Sosyal medyanın kullanım oranının artması hatta hayatımızın bir parçası olmasıyla birlikte zararları çokça konuşulmaya başlandı.
Geçtiğimiz günlerde bir Tiktok fenomeninin intiharı, bu platformların etkilerinin tekrar gündeme gelmesine yol açtı. İstanbul Sultanbeyli’de yaşayan Kübra Aykut adlı genç kız, gece saatlerinde dairesinin balkonundan atlayarak yaşamına son verdi.
Veda mektubunda şunlar yazıyordu: “Hayatımdaki herkese çok iyi geldim. Ama kendime iyi gelemedim. İyi bir insan olarak yaşamak bana hiçbir şey kazandırmadı. Bu hayatta bencil olun. O zaman mutlu olursunuz. Günlerdir can çekişiyordum, kimse görmedi…”
Yetişkinler sosyal medyayı biraz daha bilinçli kullansa da maalesef çocuk ve gençler bunun ayrımına varamıyor. Beğeni alma, daha çok izlenme, daha fazla arkadaş edinme ile mutlu olmaya çalışan bireyler maalesef bu sanal hayatlarda yitip gidiyorlar.
Kübra gibi birçok kişinin derdi de aslında ‘görülme’ ihtiyacı. Çünkü kişileri en fazla bunalıma sürükleyen durumlar da anlaşılmama, görülmeme ve yok sayılmaktır.
Kübra’nın ölümünden sonra ikinci sarsıcı olay da yine İstanbul’da yaşandı. 23 yaşındaki bir genç iki kadını katletti, birini surlardan attı. Bu görüntüler her ne kadar buzlansa da sosyal medyada milyonlara ulaştı.
Sonuç olarak gençler arayış içinde ve mutsuz; aileler ise çocukları için endişe içinde…
Sosyal medyanın gençler üzerindeki etkilerini, ailelerin çocuklarına nasıl yaklaşmaları gerektiğini Klinik Psikolog Filiz Yakmaz Basılgan ile konuştuk.
ÖZSAYGI SORUNU
Bireylerin sosyal medyada kötü anlarını değil en keyifli ve mutlu anlarını paylaştıklarını aktaran Basılgan, bunun hayatın gerçekliğine aykırı olduğunu belirtiyor:
“Hayat sadece mutlu anlarla geçmez. Hayat tüm duyguları içeriyor. Mutsuzluğu da, depresyonu da, anksiyeteyi de, depresyonu da… Yani sürekli mutlu olayın… Öyle bir şey yok. Bu normal bir durum da değil, hastalıktır.”
Uzman psikolog, “Bireyler ‘Ben hayatta hep başarılıyım hep mutluyum’ imajı çizmek için mi sürekli mutlu fotoğrafları paylaşıyor? Mutluluğu başarı ile mi özdeşleştiriyorlar?” soruma şu yanıtı verdi:
“Yani influencer tarafından bakarsak orada bir kazanç kaygısı var. Ama genel sosyal medya kullanımı açısından bakarsak evet insanlar en mutlu anlarını paylaşıyor. Bu imajı çizmeye ve böyle görünmeye çalışıyorlar. Yetişkin bunun ayrımını iyi yapıyor. Ama çocuk, gençler ve ergenler bu ayrımı yapamıyor. Diğer insanların mutlu anlara ait paylaşımlarını gördüğünde onların gerçekten çok mutlu olduğunu, kendisinin de kötü durumda olduğunu düşünüyor. Bunun sonucunda da bu yaştaki bireylerde özsaygı sorunu, depresyon, anksiyete tabloları ortaya çıkabiliyor.”
SANAL BENLİK
Basılgan, sosyal medyanın kişilerin güzellik algısı üzerindeki etkisine de de değiniyor:
“Kişinin geçmişten getirdiği backgroundlarında ne varsa onu intihar tablosuna da götürebilir ya da depresif tabloyla, öz saygı düşüklüğüyle yola devam etmesine neden olabilir. Onun ne kadar daha ağırlaşacağını biraz da geçmişi belirliyor. Bu durumlarda sosyal medya tek belirleyici diyemeyiz. Mesela ergenler için beden imajı çok risk oluşturuyor. Estetiğin bu kadar ön plana çıktığı bir dönemde bunun etkilerini daha fazla görebiliyoruz. Bir ergen daha yüksek dalgalanmalar yaşayabilir. Kendini yaşıtlarıyla karşılaştırıyor ve daha az like aldığında bu onun için bir mutsuzluk sebebi olabiliyor. Çünkü geri dönüp kendi bedeniyle, kendi görünümüyle ilgili bir çatışma yaşayabiliyor. Bir de paylaşımlarda sıklıkla filtreler kullanılıyor. Bir sürü filtre… Ama gerçek yaşamda öyle bir filtre yok. Yani dışarıya çıkınca komşusunda ya da okul arkadaşında, kendisinde filtre yok. İşte bu onun için bir probleme dönüşebilir. Sanal benlik ortaya çıkıyor. Hep çok güzel olmak, hem mutlu olmak, hep iyi bir yaşantı içinde olmak... Bunlar çok fantastik geliyor değil mi? Dolayısıyla bu aradaki fark aslında depresyon için bir zemin oluşturuyor.”
‘SÜRE ARTTIKÇA TEHLİKE ARTIYOR’
Son zamanlarda en çok tartışılan konularsan biri de sosyal medya platformlarına getirilen yasaklama ya da sınırlamalar. Uzmanımıza bunu da sorduk. Basılgan, ailelere önemli tavsiyelerde de bulundu.
“Psikoloji camiası olarak bizler ve genel olarak hepimiz iyi biliriz ki, hangi durumu yasaklıyorsanız o durumu daha da çok arttırır. Yasağın çok bir anlamı yok. Aileler çocuklarını çok fazla denetlemeye, sürekli kontrol etmeye çalışır. Bu aslında anlamlı değil. Çünkü çocuğun, ergenin, gencin bir mahremiyeti var. Buna müdahale etme hakkımız yok. Ama 12 yaşlarında bir sınırlandırma olabilir. Çünkü o yaşlarda beyin yeterince gelişmemiş, soyut kavrama düzeyi oluşmamıştır. Aileler çocuklarıyla internetteki tüm tehlikelerle ilgili bilgilendirici konuşmalar yapabilir.
Onun dışında aslında sosyal medyada geçirilen süre çok önemli. Süre arttıkça tehlike artıyor. 3-4 saatin üzerinde zaman geçiriliyorsa demek ki birey organik şeylerle ilgilenmiyor. Arkadaşlarıyla görüşmüyordur, fiziksel aktivite yapmıyordur. Aileler çocuklarını bunlara yönlendirebilir.”
YETERLİLİK DUYGUSU
Filiz Yakmaz Basılgan, ailelerin çocuklarıyla olan ilişkilerinin önemine de değindi onların yalnız bırakılmaması, sürekli iletişim halinde olunması gerektiğine de vurgu yaptı:
“Problemlerini ebeveynlerine anlatabilen gençler psikolojik sorunları da daha az yaşıyor. Ama kendi başına çok kalan ve kontrolsüz zaman geçiren bir ergen veya gençte daha fazla problem olduğu tespit edilmiş. Örneğin küçüklükten itibaren beğenilme, değerli olma, yeterlilik duyguları tatmin olan bireyler sosyal medyadaki izlenme oranlarını ya da aldığı beğeni sayılarını çok önemsemiyor. Çocuklukta-ergenlikte beslenmişse kendini daha fazla ortaya çıkarma/görünme çabası içinde olmaz. Dolayısıyla aile ilişkileri oldukça önemli. Evebeynle kontakta olan bireyler sosyal medyanın zararlarından daha az zarar görür ve sorunlarla daha iyi baş edebilir.”
Uzmanımızın ‘zehirli arkadaşlıklar’ konusundaki görüşlerine ve ailelere tavsiyelerine bir sonraki yazımda değineceğim.