Antalya Altın Portakal Film Festivali‘nde 9 ödül birden alıp başarısını bir kez daha ispat etmiş bir yönetmen Emin Alper.
Tepenin Ardı ve Abluka’da ‘görünmeyen düşman’ı, Kız Kardeşler’de beslemelik üzerinden kadının toplumdaki yerini sınıfsal tabaka üzerinden anlatan Emin Alper, Sen Ben Lenin’de ise, Lenin heykeli hikâyesinden bürokrasi eleştirisi yapmıştı.
Merakla beklenen son filmi Kurak Günler’le de zirve yaparak sinefillerinden tam puan aldı.
Henüz filmi izlemediyseniz yazımı okumamanızı tavsiye ederim.
Bu zamana kadar yapılmayanı yaparak obruk metaforunu mükemmel bir şekilde hikayesinde kullanan yönetmen, tam bir Türkiye fotoğrafı çekerek son sahnede adeta nokta atışı yapmış.
Film, uzun süredir kuraklık ve su sorunuyla boğuşan Yanıklar kasabasına yeni atanan genç savcı Emre’nin, Belediye Başkanı Selim, onun oğlu Şahin, Hakim Zeynep, gazeteci Murat’la yaşadığı çekişmeleri konu alıyor.
Emre’nin kasabaya girişinde karşılaştığı manzara ve obruğun başında Zeynep’le olan konuşması, hikâyeye ve yaşanacaklara dair çok fazla ipucu veriyor. Kasabada herkese normal gelen ve kanıksanmış vahşi eğlencelere, iğrenç suçlara, hak kayıplarına dur demeye niyetlenen Emre, çok sert bir şekilde duvara çarpacaktır.
Çünkü burası, küçük bir kasabadır; manipüle ettiği halkı da arkasına alarak güç sahibi olan siyasilerin, ‘ne şiş yansın ne kebap’ mantığıyla görevini sürdüren, suçları sumen altı edenlerin avucu içindedir.
Çünkü yasa koyucular da, koruyucuları da bu kasabanın tüm insanıdır.
Çünkü Emre daha buranın nizamını, kurallarını bilmeyen, toy ve tecrübesiz bir savcıdır. Tabiri caizse henüz ana kuzusudur. Uygulamakla yükümlü olduğu yasaları burada hayata geçirmek sandığı kadar kolay olmayacaktır.
Obruk, kelime anlamı ile zamanla yer altında boşluklar oluşması sonucu, ani bir şekilde çöken toprağa deniliyor. Fakat bu kasabada obruklar, doğal olarak değil, insan eliyle oluşmuş. Burada su sorunu, siyasi idarenin -pahalı geldiği için- sağlıklı çözümler üretememesi nedeniyle yıllardır çözülememiş ve bu nedenle de yeraltından sürekli su çekilmiş, yerin altı sürekli oyulmuştur.
Bu durumun akıl almaz yanı ise, su sorununu potansiyel oy kaynağı olarak gören belediye başkanının üst üste halk tarafından seçilmesi. Vurgu yapılan diğer nokta ise bu sorunun asıl kaynağına gidip akılcı çözümler üretmeye çalışan savcının halk tarafından düşman olarak görülmesi.
Çünkü onlara göre; ‘zararlı tanıdık’, ‘faydalı yabancı’dan daha güvenilirdir. Daha onurlu ve insana yakışır bir hayatı kendine layık görmeyen/görmesine izin verilmeyen halk, elindekiyle yetinmeyi öğrenir ve bu algı ile kendine ‘güvenli (zannettiği) bir alan’ yaratır. Bu alanda bir nebze de olsa rahattır. Çünkü bu alan ‘tanıdıktır.’ Yabancının, o kendine yarattığı alana girmesine izin vermez. ‘Yabancı’ huzursuzluk yaratır onda. Böylece, yararına olacak argümanlara zihnini tamamen kapatır.
Ahlaki değerleri çürümüş, her türlü usulsüzlüğü, suçu, namussuzluğu meşrulaştıran bir toplumun ‘çöküş’ü, bu obruklarla oldukça başarılı bir şekilde anlatılır.
Kasabadaki su sorunuyla birlikte çarpık gidişatla savaşa hazırlanan Savcı Emre’nin adı bir tecavüze karışır. Tecavüze uğrayan genç kız (Pekmez) ise yoksul bir Romen ailenin, zihinsel engelli kızıdır. Ötekileştirilen toplumun bir yansımasıdır Pekmez. Hem öteki sınıfa aittir, hem yoksuldur, hem engellidir.
Babanın ifadelerinden de anlaşılacağı üzere, kızın defalarca tecavüze uğramasına rağmen ve faillerinin de bilinmesine rağmen hiçbir yaptırım uygulanmamıştır.
Olaya dahil olup olmadığını çözmeye çalışırken, gerçek ve hayaller arasında sıkışıp kalan savcı Emre, yine de olayı çözmek için üstüne üstüne gider.
Yolsuzluklarla dolu kasabanın iki yüzlülüğünü açık eden, siyasi resmini çeken yönetmen, bu filmiyle tüm alkışları topladı; çıtayı zirveye taşıdı.
Tebrikler Emin Alper…